in

Aids Nedir? Nasıl Ortaya Çıkmıştır? Nasıl Korunulur?

İçindekiler

Gönderi paylaş:

Hastalığın bu kadar ölümcül olmasının bir nedeni de toplum tarafından dışlanmış, aşağılanmış olmasından kaynaklanıyor. Bu hastalığa yakalananları toplum bir kenara atıveriyor. Onları küçük görüyor ve suçluyor. Bu durum sanıldığı gibi hastalığın bulaşma tehdidinden çok, toplumun örf ve adetlerine uygun düşmeyen önyargılardan kaynaklanıyor. Kişi yalnızca hastalığıyla mücadele etmekle kalmıyor, bir yandan da kendini toplum karşısında aklamak zorunda bırakılıyor.

Aids nedir?

AIDS bağışıklık sistemini tamamen çöküntüye uğratan bir virüsün yol açtığı, enfeksiyon türü bir hastalıktır. İnsan organizmasının bağışıklık sistemini etkileyen, HIV adı verilen bu virüs, kendi başına bağımsız olarak yaşayamadığı için, canlı bir insan hücresini, genellikle belirli bir akyuvar grubunu, Limfosit T hücrelerini felce uğratarak yaşamını sürdürür. Giderek yayılıp tüm bağışıklık sistemini etkisiz hale getirir. Bunun sonucunda, virüsü kapan kişi, herhangi bir enfeksiyon karşısında korunmasız kalarak, ölebilir.

Tüm Avrupa’da AIDS’in en çok görüldüğü ülke hangisi?

Fransa olduğu bir gerçek. Nedenini sorarsanız, Fransız halkı doğuştan seyahat meraklısıdır. Bu hastalığın bir ithal hastalık olduğu dikkate alınırsa, bunun Fransa’ya yabancılar tarafından getirilmeyip, bizzat Fransız halkı tarafından ülkemize sokulduğunu kabul etmek gerekir. Amerika’ya giden seyahat meraklıları, Fransa’nın ilk AIDS hastalarını oluşturdular. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Özellikle 68 sonrası cinsel özgürlük akımının yol açtığı, homoseksüel eğilimlerdeki artışın bunda çok dikkat çekici bir rol oynadığı söylenebilir.

1996’da AIDS’e hala eşcinsel ve uyuşturucu bağımlılarına özgü bir hastalık gözüyle bakılabilir mi?

Asla böyle bir şey olmadı. Yani, bu hastalık hiçbir zaman yalnızca eşcinsellere ya da uyuşturucu bağımlılarına özgü bir hastalık olarak görülmedi. Hiç değilse biz bilim adamları tarafından böyle görülmedi. Hastalığın ilk teşhisinin konulduğu Ağustos 1981’den itibaren, daha ilk haftalar içinde bile, bunun belirli şu ya da bu gruplara özgü bir hastalık olmadığı biliniyordu. Ancak bu hastalığın iki ana yoldan, yani kan ve cinsel ilişki yoluyla bulaştığı saptanmıştı. Bu konuda hiç kuşkumuz yoktu. Bu virüsü en kolay kapanlar, toksikomanlar yani uyuşturucu bağımlıları oldularsa, bu kirli ve herkesin kullandığı şırıngalardan kaynaklanıyordu.

Aynı şekilde bu virüsü en kolay yayanlar homoseksüeller oldularsa, bunun da tek nedeni, cinsel ilişki yoluyla çevrelerindeki kalabalık bir gruba, bunu fark etmeden ve çok çabuk bir şekilde bulaştırmalarıydı. Virüsü taşıyan biri, bunu cinsel ilişki yoluyla çok sayıda kişiye, çok kısa bir sürede yayabiliyordu. Bugün artık salgın hakkında çok daha geniş kapsamlı bir görüşe sahibiz.

Dünyada virüsü taşıyan insanların yüzde 90’ninin bunu heteroseksüel ilişki, yani normal kadın-erkek ilişkisi yoluyla aldıklarını biliyoruz. Bunun yine büyük ölçüde cinsel devrim, cinsel özgürlük nedeniyle ortaya çıktığını kabul etmek gerekir. Üstelik bu özgürlüğün en tehlikeli bölgeler olan Afrika, Brezilya, Antiller’e kadar uzandığı da biliniyor. Fransa’da belirlenen 50.000’i aşkın AIDS vakasının ancak yüzde 27.7’sini heteroseksüeller oluşturuyorsa bu sayı, 10 yıl önce sadece yüzde 16 dolaylarında olduğunu da unutmamak gerekir.

Bugün eşcinsellerde ve uyuşturucu bağımlılarında AIDS olaylarının arttığı gözlense bile, bu oranın aynı şekilde normal bir cinsel yaşam süren ve uyuşturucuyla ilgisi olmayanlarda da pek azaldığı söylenemez. Bunun başlıca nedeni, insanların riske atıldıklarını düşünmedikleri zamanlarda bile virüsü kapabilme olasılıklarının oldukça yüksek olmasıdır.

Kadınların, hastalığın yayılması sırasında, uzunca bir süre AIDS ten korundukları doğru mu?

Bu korunma sözcüğünün pek yerinde kullanıldığı söylenemez aslında. Çünkü henüz hastalığın ilk keşfedildiği yıllarda, yani 1984’de bile bana başvuran normal cinsel ilişki yaşamış genç kadınlar vardı. Ancak virüsü kapmış insanlar arasında, özellikle de homoseksüeller ve toksikomanlar içinde, kadınların daha az bir oran oluşturdukları bir gerçek. Bugün bile seropozitif, yani virüs taşıyıcıları arasında üç erkeğe karşılık bir kadına rastlandığı biliniyor. Bu genel bir oran. Eğer yalnızca heteroseksüel kişileri göz önünde bulunduracak olursak, burada oran yanı yarıya denecek kadar yükselebilir.

Üstelik bu kadınların yüzde 20’si virüsü kimden ve nereden kaptıklarının bilincinde değiller. Çünkü bu virüs gözle görülür bir şey değil ve birçok insan, ilişkiye girdiği kimsenin yalnızca sosyo-ekonomik durumuna ya da dış görünümüne bakarak kendini korunmuş sayıyor. Bu insanların şık giyinmeleri ya da belirli bir sosyo ekonomik sınıftan olmaları onları virüsten korumuyor ki… Bu da yanlış bir düşünce işte…

AIDS’in ortaya çıktığı ilk dönemlerde, hastaların belirli bir sınıftan olmaları, insanları bu kanıya vardırdı. Hastalığın yalnızca ekonomik düzeyi düşük sınıflarda görüldüğü sanıldı. Oysa cinsel yaşam bile sosyo ekonomik açıdan rahat insanların daha çok zaman ayırabildikleri bir faaliyet… Hatırladığım bir salgın vardır ki, Atlantik kıyılarındaki çok şık bir tatil köyünden yayılmıştı. Ve pek çok kişiyi ilgilendiriyordu. Bunun, zengin kişiler için hazırlanan tatil köyündeki yakışıklı yüzme hocasının, buraya gelen zengin hanımları mutlu etme çabasından kaynaklandığı ortaya çıkmıştı.

Kibar görünümlü, çok asil ve geleneklerine pek bağlı görünen çok çocuklu ailelerde, evin erkeğinin gizli kaçamaklarının neden olduğu olaylar insanı şaşırtabiliyor. Eşinden pek emin olan, evin hanımefendisi, AIDS olduğunu anladığında iki kez şok geçiriyor. Bu gizli ve asil çapkınlar, yaşadıkları bu tür maceraların bedelini çok ağır ödüyorlar.

Hastalığın bulaşmasındaki gerçekler nelerdir?

Bu konuda o kadar çok şey söylendi ki… Bugün artık açıkça söylemek gerekirse, bu konuda gizli kalmış, tereddüt gerektiren hiçbir şey kalmadı diyebiliriz. En başta bilindiği gibi kan yoluyla bulaşma geliyor. Bu da büyük ölçüde, kan alma ya da virüsü taşıyan aletlerle yapılan operasyonlarla, diyelim ki, kirli bir enjeksiyon aletiyle bulaşma şeklinde açıklanabiliyor.

İşte burada uyuşturucu bağımlılığı ön plana çıkıyor. Bunun hemen ardından cinsel ilişki yoluyla bulaşma geliyor. Burada ters ya da normal yolla olan cinsel ilişki birinci sırayı alıyorsa da, buna ağız yoluyla bulaşma da katılabiliyor. Yani oral seks adı verilen ve cinsel organla ağzın birleştiği tür ilişkiden söz ediyoruz. Sanıldığının aksine Fransız öpücüğü diye adlandırılan ve uzun süren öpüşmelerin herhangi bir risk taşıdığı ve AIDS’in bulaşmasında bir rol oynadığı söylenemez. Hatta ağızda bir yara ya da apse bile olsa, bulaşma söz konusu olmuyor.

Bunu şöyle açıklayabiliriz. Her virüsün vücuda giriş kapısı ayrıdır. Örneğin, Hepatit yani sarılık virüsü ağızdan bulaşabiliyor, ama HIV adı verilen AIDS virüsü ağız yoluyla insandan insana geçmiyor. Çünkü onun tercihi cinsel organlardaki mukozalar. Bir ara, 5 hastasına AIDS bulaştıran, Amerikalı bir diş hekiminin öyküsü akılları oldukça karıştırmıştı. Ancak bunun üzerinde yapılan araştırmalar bu olayda, normal dişçi-hasta ilişkisi dışında, bir güveni kötüye kullanma durumu olduğunu gözler önüne serdi.

Prezervatifin koruyucu etkisi ne kadar geçerli?

Amerika’da yapılan bazı araştırmalara göre bu koruyucu etki oranı yüzde 70 kadarmış. Aslına bakılırsa, insanoğlunun risksiz hiçbir faaliyetinden söz etmek mümkün değil. Trafikte emniyet kemeri bağladığınız zaman her türlü kazadan korunacağınızı, her türlü riski kendinizden uzaklaştırdığını mı düşünüyorsunuz? Bu da onun gibi bir şey. Prezervatif kullanımının hastalığın bulaşma riskini önemli bir ölçüde azalttığını söyleyebiliriz. O kadar.

Prezervatif kullandıklarını söyleyenlerin de, bunu belirtikleri kadar düzenli ve hiç ihmal etmeden yaptıklarını düşünmediğimizi de hatırlatmalıyım. Burada çiftlerden birinin virüsü taşıdığını bile bile, yine bu ağır yükü tek başına taşıyamamasının getirdiği ve paylaşmak ihtiyacını doğuran zaaf anlarını da göz önüne almamız gerekiyor. İnsanlar zaman zaman, hastalığı taşıyan sevgili varlıkla aynı kaderi paylaşma eğilimi duyabiliyorlar. Bu inanılmaz görünse de çok sık karşılaştığımız bir olay.

AIDS karşısında en güçlü korunma taktiğinin çiftler arasındaki sadakat ve tek eşlilik mi?

Birbirlerinden başka partnerle ilişkiye girmeyen, kendileri de daha önce herhangi bir şekilde virüsün bulaşmadığı çiftlerde, büyük bir şanssızlık dışında bir risk söz konusu olamaz tabii. Buna yalnızca tek bir eşle yetinen homoseksüeller de dahildir, diyebilirim. İşte bu yüzden, son yıllarda insan ilişkilerinde belirli bir değişim gözleniyor. İnsanlar artık önlerine her çıkanla, her canlarının istediğiyle ilişkiye girmekten kaçınıyorlar. Daha bir arayış içinde, daha bir titiz davranıyorlar. Bu bir gerçek. Yine de olgun yaştakilere oranla gençlerin bu kadar titiz davranmadıklarını da kabul etmek gerekiyor.

Bir kez hastalık virüsünü kaptıktan sonra, yani hastalık bulaştıktan sonra, ölüm kaçınılmaz mi gerçekten?

Hayır, tabii ki bunu söyleyemeyiz. Bugün virüsü kaptıktan sonra, 10 yıl içinde, hastalık belirtileri gösteren ve hastalığın ilerlemiş şeklini yaşayıp, kaçınılmaz sona ulaşan hastalar, ancak vakaların yüzde 45’ini oluşturuyor. Üstelik bunlar hiçbir tedavi görmeyip, hastalığın kendi kendine ilerlemesine seyirci kalmak şartıyla gelişen olaylar. Oysa, şu 15 yıldır, hiçbir hastalık alanında bu kadar hızlı ilerleme kaydedilmedi.

Gerek tedavi, gerekse önlem konusunda çok büyük başarılar elde edildi. Bu nedenle artık virüsü her kapan yad da taşıyan kişinin mutlak bir ölümle karşılaşacağını söylemek çok büyük bir karamsarlık olur. Şimdi artık doğrudan doğruya virüse saldırıyor, ona ulaşıyor ve onun yayılmasını önleyebiliyoruz. AZT adını verdiğimiz bilimsel adı Antiretroviraux (virüsün yayılmasına karşı ilaçlar) olan bazı kimyasal maddelerle, virüsün organizmaya girdikten sonra hastalığı başlatmasını 4-5 yıl geciktirebiliyoruz. Aynı şekilde hastanın genel durumunu düzeltebilecek tedavi yöntemleri de uyguluyoruz.

AIDS’in en korkunç yanı olan, bağışıklık sistemini felce uğratıcı etkisini gidermek, bağışıklık sistemini güçlendirmek için önlem alıyoruz. Aynı şekilde, ölüme yol açan en önemli etken olan akciğer enfeksiyonlarını da önleyebiliyoruz. Kısacası, eğer insanlar AIDS’e yakalandıklarını öğrendikleri zaman, tedaviden kaçmasalardı, tedaviye razı olsalardı ve hastalığın kötü sonuçlarını yüzde 95 oranında engelleyebildiğimizi bilselerdi, pek çok ölüm olayını durdurabilirdik.

Örneğin, hamile kadınlarda, AZT tedavisiyle, hastalığın cenine bulaşmasını büyük ölçüde önleyebiliyoruz. Bugün tedavi gören hamile kadınların yalnızca yüzde 8’i hastalığı bebeğe bulaştırıyorlar. Gerçek tedavi, kesin tedavi umudu ise ancak genlerin tedavisinde noktalanıyor. Hücreyi ele geçiren AIDS virüsünü kazıyıp, hücreyi temizlemek mümkün olacak. Ancak böyle bir kesin tedaviyi uygulayabilmek için önümüzde ne yazık ki daha uzun yıllar var…

AIDS aşısı  var mı?

Bu aşının kesin olarak kullanılması bana kalırsa daha yıllar alacaktır. Bu pek çok enfeksiyon türü hastalık için de söz konusu. Örneğin, Herpes virüsü için 50 yılı aşkın bir süredir çalışılıyor. AIDS aşısı konusunda olağanüstü ilerlemeler kaydedildi. Yine de şunu hatırlatmadan geçemeyeceğim. Asının genel olarak kullanılmaya başlamasıyla bile, artık hiçbir risk kalmadı diyemeyiz. Düşünün ki, bugün Hepatit B virüsü için bulunmuş ve kullanılan bir aşı var. Yine de her yıl bütün dünyada milyonlarca ki si bu virüsün yol açtığı ağır karaciğer yetmezliğinden hayata veda ediyor. Aşı konusunda her ne kadar önemli ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, bana sorarsanız en geçerli aşı, yine de kişinin kendini korumasıdır. Hastalığın nasıl bulaştığı bilindiğine göre bu hiç de zor değil. Bugün yalnız Paris’te yaşları 20 ila 44 arasında olan erkeklerde AIDS bir numaralı ölüm nedeni olarak gösteriliyor. New York’ta ise her yedi erkekten birinin virüsü taşıdığı bildiriliyor.

Sağlıklı kalmış olanların bu durumlarını koruyabilmeleri için neler yapmaları gerektiğini bıkıp usanmadan hatırlatmak, onların da çevrelerini uyarmalarını sağlamak gerekiyor. Bütün bunların yanı sıra, insanlar teste razı edebilmek, hatta tedaviye razı edebilmek gerçekten çok önemli. Bunu kolay kolay kabul ettirebiliyor muyuz sanıyorsunuz. Çünkü seropozitif olduğunu öğrenen kişi, insanlar tarafından dışlanma korkusuyla yaşıyor. Bu onun işini kaybetmesi, çevresini, arkadaşlarını, dostlarını kaybetmesi anlamına geliyor. Hatta sevdiği insanın bile kendisini terk edeceğini biliyor. Artık hiç kimse onun hayat sigortasını yapmayacaktır, hiçbir banka ona borç vermeyecektir. Ayrıca ve belki de en önemlisi, tüm insanların gözünde damgalanacaktır.

Büyük bir düşmanlıkla çevrilecek ya da en azından acıyan bakışlarla karşı karşıya kalacaktır.

Bütün bunlara göğüs germesi gerçekten çok zordur. Bu gerçekten çok ciddi bir hastalık, ama hastaları bunu taşıma zorluğu kadar, hatta daha da fazla, asıl toplum dışına itilme duygusu yıkıyor. İnanın bana. Çünkü insanların bu hastalar karşısındaki ilk düşünceleri, onların birer serseri, toplum dışı kişiler oldukları. Homoseksüel ya da uyuşturucu bağımlısı oldukları…

İşte bu yüzden, önce toplumdaki bu yanlış düşünceleri ve önyargıları ortadan kaldırmak gerekiyor ki, hasta hastalığını kabul edip, tedaviye razı olabilsin. Ona hastalığı yenebilecek gücü kazandırmak için sevgiyle, anlayışla yaklaşmak, ona yaşam gücü, yaşam umudu verebilmek çok önemli. Buradan tüm toplumlara seslenmek isterim. El birliğiyle AIDS hastalarını yaşayan ölüler haline getirmekten, onları umutsuzluğa itmekten kaçınmalıyız.

Onları küçümseyerek, dışlamaktan uzak duralım. Bugün hastalığın kesin tedavisi olmasa bile, onları ölümden uzaklaştıracak, yaşamlarını devam ettirecek, rahatlatacak pek çok tedavi yöntemi biliniyor. Hayat da bir anlamda, cinsel ilişki yoluyla bulaşan ve sonu kaçınılmaz şekilde ölüm olan bir hastalık değil midir?

Sağlıcakla Kalın.

#Beğendiyseniz Yıldız Vermeyi Unutmayın!

Yazar: Annemce

Annemce, kadın ve çocuk sağlığı, hamilelik, bebek sağlığı, tüp bebek konularında bilgili uzman kişilerden oluşmaktadır. Sorularınızı Lütfen Yorum Bölümü veya Soru Cevap Forumundan Bizlere İletebilirsiniz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir